Mehmet Özdoğru

Mehmet Özdoğru

Email: This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it.
Çarşamba, 22 Kasım 2017 09:20

Ödenmeyen Sermayelerde Cezalı Tarhiyat Riski

Son yıllarda , ortağın şirkete sermaye taahhüt borcunun yerine getirilmemesi nedeni ile şirketler nezdinde yürütülen vergi incelemelerinde Kurumlar vergisi yönünden cezalı tarhiyatlar önerildiği görülmektedir. Kurumlar vergisi kanunu 13. Maddesine göre önerilen cezalı tarhiyatlarda TC Merkez Bankası reeskont işlemlerinde uygulanan iskonto oranları baz alınmaktadır. ( KVK md. 13, 1 seri nolu transfer fiyatlandırması hk. G.T. )

Yapılan incelemelerde ortağın yerine getirmediği sermaye taahhüt borcu gerekçe gösterilerek, ödenmeyen kısım için KVK md. 13 hükmüne göre Kurumlar Vergisi yönünden, Kurum stopaj vergisi yönünden ve ayrıca Katma Değer Vergisi yönünden de cezalı tarhiyatlar yapılmaktadır. Ayrıca kurum geçici vergi yönünden de cezalı tarhiyatlar önerilmektedir.

KDV yönünden ödenmemiş sermaye kısmı için: tarih aralığı, gün, tutar, adat, faiz oranı ve %18 KDV nispeti uygulanarak 3065 sayılı KDV kanununun 1/1 hükmüne göre ve ayrıca KDV kanunun madde 17/4-e hükmüne göre KDV açısından da eleştirel durum tespiti yapılarak cezalı tarhiyatlar yapıla gelmektedir. Burada ileri sürülen tarhiyat gerekçesi ortağın kendi şirketinden faizsiz aldıkları paralarla, finansman ihtiyacını karşılamakta olduğu varsayımı ileri sürülmektedir.

Sonuç:

1- Bize göre yapılan cezalı tarhiyatlar hukuki dayanaktan mahrumdur. Çünkü, bir çok inceleme raporlarında mesele derinlemesine araştırılmadan, şirket yönetim kurulu kararları incelenmeden, KVK md. 13 yeterince tetkik edilmeden konuyla ilgili 6102 sayılı kanunun ilgili 125,126,128,480-483,550,553 md. hükümleri incelenmeden cezalı tarhiyatlar yapılamaz.

2- Bir çok şirkette sermaye taahhüdü ile ilgili şirket yönetim kurulu ortağa ihtar çekmeden, temerrüde düştüğünü tebliğ etmeden, sermaye taahhüt borcunu ifa edememiş ortak nedeni ile şirkete cezalı vergi sağlanamaz. Nazlı Gaye Alpaslan

http://www.hurses.com.tr/Haber-Anonim_ve_limited_sirketlerde_sermaye_taahhut_borcu_ve_cezali_tarhiyat_riski-15350.htm

Çalışma hayatında fiziksel anlamda zayıf ve güçsüz olan çocuk ve genç işçiler yasal koruma altına alınmış olup, bünyelerine uygun hafif işlerde çalıştırılabilirler. Ayrıca çocuk ve genç işçilerin fiziksel ve psikolojik gelişmelerini olumsuz etkileyecek işlerde çalışmaları yasaklanmıştır.

İş Kanunu’na göre maden ocakları ile kablo döşemesi, kanalizasyon ve tünel inşaatı gibi yer altında veya su altında çalışılacak işlerde 18 yaşını doldurmamış erkek ve her yaştaki kadınların çalıştırılması ve sanayiye ait işlerde 18 yaşını doldurmamış çocuk ve genç işçilerin gece çalıştırılması yasaktır.

İş mevzuatına göre 14 yaşını bitirmiş, 15 yaşını doldurmamış ve ilköğretimini tamamlamış kişi çocuk işçi; 15 yaşını tamamlamış ve 18 yaşını tamamlamamış kişi ise genç işçi olarak sınıflandırılmaktadır. Esas olarak İş Kanunu'nun 71. maddesinde göre, 15 yaşını doldurmamış çocukların çalıştırılması yasaktır. Ancak, 14 yaşını doldurmuş ve zorunlu ilköğretim çağını tamamlamış olan çocuklar; bedensel, zihinsel, sosyal ve ahlaki gelişmelerine ve eğitime devam edenlerin okullarına devamına engel olmayacak hafif işlerde çalıştırılabilirler.

Örneğin, düşme ve yaralanma tehlikesi olabilecek şekilde çalışmayı gerektirecek olanlar hariç meyve, sebze, çiçek toplama işleri, kümes hayvanları besiciliğinde yardımcı işler, esnaf ve sanatkarların yanında satış işleri, büro hizmetlerine yardımcı işler, satış eşyalarına etiket yapıştırma ve elle paketleme işleri hafif işler olarak kabul edilmektedir.

14 yaşını doldurmamış çocuklar ise bedensel, zihinsel, sosyal ve ahlaki gelişmelerine ve eğitime devam edenlerin okullarına devamına engel olmayacak sanat, kültür ve reklam faaliyetlerinde yazılı sözleşme yapmak ve her bir faaliyet için ayrı izin almak şartıyla çalıştırılabilmeleri mümkündür.

Zorunlu ilköğretim çağını tamamlamış ve örgün eğitime devam etmeyen çocukların çalışma saatleri günde 7 ve haftada 35 saatten; sanat, kültür ve reklam faaliyetlerinde çalışanların ise günde 5 ve haftada 30 saatten fazla olamaz. Bu süre, 15 yaşını tamamlamış çocuklar için günde sekiz ve haftada kırk saate kadar artırılabilmektedir.

2 saatten fazla 4 saatten az süren işlerde 30 dakika, 4 saatten 7.5 saate kadar olan işlerde çalışma süresinin ortasında 1 saat olmak üzere ara dinlenmesi verilmelidir. Çocuk ve genç işçilere verilecek yıllık ücretli izin süresi 20 günden az olamaz ve bu süre yıllık ücretli iznin kesintisiz kullandırılması esastır. Çocuk ve genç işçilerin hafta tatili izinleri kesintisiz kırk saatten az olamaz ve günlük çalışma süreleri, yirmi dört saatlik zaman diliminde, kesintisiz on dört saat dinlenme süresi dikkate alınarak uygulanmak zorundadır.

Her ne koşulda olursa olsun çocuk ve genç işçiler, çocuklara karşı işlenmiş suçlardan hüküm giyen veya yüz kızartıcı suçlardan hüküm giymiş olan işveren veya işveren vekilleri yanında çalışamazlar.

Çocuk ve genç işçi çalıştıran işverenler çocuk ve genç işçinin velisi veya vasisine, çocuk ve genç işçinin çalıştırılacağı iş, karşılaşabileceği riskler ve alınan önlemler hakkında bilgi vermekle yükümlüdür. Aynı zamanda okula devam eden çocuk ve genç işçiden çalıştırmaya başlamadan önce öğrenci olduğuna dair belge istemek ve iş sözleşmesini çocuk ve genç işçinin velisi veya vasisi ile yazılı yapmak zorundadır. İbrahim Işıklı

https://www.dunya.com/kose-yazisi/cocuk-ve-genc-isci-calistiranlar-dikkat/391591

Emekliliğine 3 yıl kalan okurumuz bundan 3 yıl önce tarafımızdan emeklilik planlaması istemiştir.

Kendisi bu yıl sonunda emeklilik dilekçesini verecektir.

Son 3 yıl isteğe bağlı prim ödeyerek(33 ay) tamamlamıştır.

Yaşı da Aralık 2017 yılında dolacaktır.

GÜN

YILLAR

GÜN

1999

3526

2000-2008/09

3030

2009/10

3240

9796

Aylık Bağlama Oranı

YILLAR

ABO

1999

%69,9

2000-2008/09

%68

2009/10

%54,42

Yıllık Kazançlar

YILLAR

KAZANÇ

1999

14725

2000-2008/09

3.353,95

2009/10

6.570,34

Yukarıdaki verilere emekli olması ek ödeme dahil:4.115,44 TL.

Sigortalının tüm kazançları tavandan ödenmiştir.

Danışmanlık aldığında ısrarla bunun etkisini sorduğunda kendisine bunun teknik bir hesaplama olduğunu GH etkisini ve diğer yıllardaki kazançlarına bakılarak analiz edilmesini ayrıca ödeme gücüne göre isteğe bağlının maliyetini de söylemiştim.

2015-2016-2017 yılı tavan prim miktarlarını da ortalama artışlarını sadece tahmin etmiştim.

YILLAR

GK

AK

GK

AK

01.01-30.06.15

40,05

1.201,50

260,33

7.809,90

01.07-31.12.15

42,45

1.273,50

275,93

8.277,90

01.01-31.12.16

54,9

1.647,00

356,85

10.705,50

01.01-31.12.17

59,25

1.777,50

444,38

13.331,40

2015 yılı için 7500 TL isteğe bağlı prim ödemek istediğini söyledi.

Bunun karşılığında 7500x%32=2.400 TLX33=79.200 TL. olacağını söyledim.Kendisi de ödeme gücü olduğunu söyledi.

Tabi emekli aylığını o yıllarda ne kadar olacağını ileri de bunun ne kadara yaklaşabileceğini, bu rakamı ne kadar zaman da dönüşü olacağını,bununla ilgili farklı yatırımda yapabileceğini de tavsiye etmiştim.

Son karar kendisine ait idi.

YILLAR

GÜN

YILLAR

ABO

YILLAR

KAZANÇ

1999

3526

1999

0,659

1999

14725

2000-2008/09

3030

2000-2008/09

0,63

2000-2008/09

3.353,95

2009/10

2250

2009/10

0,4892

2009/10

6.048,50

8806

Kendisi ödemesini isteğe bağlı yapmamış olsa idi emekli aylığı ek ödeme dahil:3.725,06 TL.

Emekli aylığına isteğe bağlının etkisi:390,38 TL. yıllık olarak ortalama 130 TL etki yapmıştır.

GH %30 gibi düşük olması ödediği ile orantılı bir yüksek emekli aylığı sigortalı da hayal kırıklığı oluşturmuş olsa da önceden kendisine yaptığımız tavsiyelere göre 79 Bin TL karşılık yüksek emekli aylığı beklentisi  hayal kırıklığı uğratmıştır.

İsteğe bağlı ödeme:

a.)1999 ve 2008/09 dönemlerine ait ABO artış olsa da ,

b.)2008/10 Döneminin ise hem ABO hem de Kazanç ortalaması değişmiştir. Vedat İlki

https://alitezel.com.tr/index.php?sid=yazi&id=8955

Çarşamba, 22 Kasım 2017 09:11

İşçi Şikayetlerinde Yeni Dönem

İşçi şikayetlerinin incelenmesi 25 Ekim 2017 tarihine kadar  adli ve  idari yönden yapılıyordu. İşçiler kanunundan, toplu iş sözleşmesinden veya iş sözleşmesinden doğan ücret, fazla çalışma ücreti, hafta tatili ücreti, ulusal bayram ve genel tatil ücreti, yıllık izin ücreti, ihbar ve kıdem  tazminat   gibi haklarını alabilmek için adli ve idari mercilere başvuru yapabiliyorlardı. İşten çıkarılan/ayrılan işçilerin  adli ve idari mercilere yapılacak başvurularıyla ilgili 25.10.2017 tarihli Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 7036 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu ile yeni düzenlemeler yapıldı. Bu düzenlemelerin ayrıntılarını açıklayalım. 

25 Ekim 2017 ‘ye kadar  

25 Ekim 2017 tarihine kadar olan eski dönemde işten ayrılan/çıkarılan işçilerin tazminat ve ücrete yönelik incelemelerini idari yönden çalışma ve iş kurumu il müdürlükleri adli yönden ise iş mahkemeleri yapıyordu. 

Bu tarihler önemli 

25 Ekim 2017 tarihinden itibaren  işten ayrılan/çıkarılan işçilerin tazminat ve ücrete yönelik şikayetlerini idari yönden çalışma ve iş kurumu il müdürlükleri incelemeyecek. Çalışma Ve İş Kurumu İl Müdürlüklerinin işçi şikayetlerini inceleme yetkisi 7036 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu’nun 14.maddesi ile kaldırıldı. 

25 Ekim 2017 ile 1 Ocak 2018 arası döneminde tazminat ve ücrete yönelik şikayetleri olan işten ayrılan/çıkarılan işçiler iş mahkemesinde dava açabilecekler. Bu dönemde idari yönden inceleme yapılmayacaktır. 

1 Ocak 2018 sonrası dönem 

Arabulucuya başvuru 

 1 Ocak 2018 tarihinden itibaren arabuluculuk dönemi başlıyor.  Kanunundan, toplu iş sözleşmesinden veya iş sözleşmesinden doğan ücret, fazla çalışma ücreti, hafta tatili ücreti, ulusal bayram ve genel tatil ücreti, yıllık izin ücreti, ihbar ve kıdem  tazminat   gibi  bireysel veya toplu iş sözleşmesine dayanan işçi veya işveren alacağı ve tazminatı ile işe iade talebiyle açılan davalarda, arabulucuya başvurma dava şartı olarak düzenlenmiştir. Arabulucuya başvurmadan dava açılamayacak. Arabulucuya başvurmadan doğrudan iş mahkemesinde dava açıldığında mahkeme davayı usulden reddedecek. Mahkeme kararını taraflara tebliğ edecek. Kesinleşen ret kararının resen tebliğinden itibaren iki hafta içerisinde arabulucuya başvurulabilecek. 

Mahkemeye başvuru 

Davacı, arabuluculuk faaliyeti sonunda anlaşmaya varılamadığına ilişkin son tutanağın aslını veya arabulucu tarafından onaylanmış bir örneğini dava dilekçesine eklemek  suretiyle iş mahkemesinde  dava açabilecek. Bu zorunluluğa uyulmaması hâlinde mahkemece davacıya, son tutanağın bir haftalık kesin süre içinde mahkemeye sunulması gerektiği, aksi takdirde davanın usulden reddedileceği ihtarını içeren davetiye gönderilecek. İhtarın gereği yerine getirilmez ise dava dilekçesi karşı tarafa tebliğe çıkarılmaksızın davanın usulden reddine karar verilecek. Arif Temir

http://www.gunes.com/yazarlar/arif--temir/sci-sikayetlerinde-yeni-donem-832811

Çarşamba, 22 Kasım 2017 09:08

Arabuluculuk

İş Mahkemeleri Kanunu Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (TBMM) 12.10.2017 tarihinde kabul edilmiş ve 25.10.2017 tarih ve 30221 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanmıştır. Kanun, iş mahkemelerinin kuruluş görev ve yargılama usullerini düzenlerken aynı zamanda, iş uyuşmazlıklarında dava şartı olarak arabuluculuğa ilişkin esasları da düzenlemektedir.

İş mahkemeleri üzerindeki iş yükünün önemli bir bölümünü doğal olarak işçi ile işveren arasında iş sözleşmesinin feshinden kaynaklanan uyuşmazlıklar oluşturmaktadır. Kanun, bireysel veya toplu iş sözleşmesine dayanan işçi veya işveren alacağı ve tazminatı ile işe iade talebiyle açılan davalarda, arabulucuya başvurulmuş olmasını dava şartı olarak düzenleyerek iş mahkemelerinin üzerindeki iş yükünü hafifletmeyi amaçlamış ve belirtilen kapsamda yer alan iş uyuşmazlıkların çözümü için yeni bir yapı getirmiştir. Belirtilen kapsamda yer alan uyuşmazlıklarda arabulucuya başvurmak dava şartı olduğundan arabulucuya başvurulmadan dava açılması hâlinde herhangi bir işlem yapılmaksızın davanın, dava şartı yokluğu sebebiyle usulden reddine karar verilecektir. Davacı, arabuluculuk faaliyeti sonunda anlaşmaya varılamadığına ilişkin son tutanağın aslını veya arabulucu tarafından onaylanmış bir örneğini dava dilekçesine eklemek zorundadır. Bu şekilde uyuşmazlık iş mahkemelerinde dava konusu olabilecektir. Dava şartı olarak arabuluculuğa başvurma hükümleri iş kazası veya meslek hastalığından kaynaklanan maddi ve manevi tazminat ile bunlarla ilgili tespit, itiraz ve rücu davaları hakkında uygulanmayacaktır.

Arabulucu nasıl seçilecektir?

Arabuluculuk Daire Başkanlığı, sicile kayıtlı arabuluculardan arabuluculuk yapmak isteyenleri, varsa uzmanlık alanlarını da belirterek, görev yapmak istedikleri adli yargı ilk derece mahkemesi adalet komisyonlarına göre listeleyerek ilgili komisyon başkanlıklarına bildirecek, komisyon başkanlıkları, bu listeleri kendi yargı çevrelerindeki arabuluculuk bürolarına, arabuluculuk bürosu kurulmayan yerlerde ise görevlendirecekleri sulh hukuk mahkemesi yazı işleri müdürlüğüne gönderecek. Uzlaşmazlığın tarafı olan başvuru sahibi karşı tarafın yerleşim yerindeki veya işin yapıldığı yerdeki arabuluculuk bürosuna, arabuluculuk bürosu kurulmamışsa görevlendirilen yazı işleri müdürlüğüne yapacak ve büro komisyon başkanlıklarına bildirilen liste içinden bir arabulucu seçecek. Ancak taraflar bir arabulucu üzerinde anlaşırlarsa bu arabulucu görevlendirilebilecek.

Arabuluculuk faaliyeti nasıl yürütülecektir?

Arabulucu, yapılan başvuruyu görevlendirildiği tarihten itibaren üç hafta içinde sonuçlandıracak, bu süre zorunlu hâllerde arabulucu tarafından en fazla bir hafta uzatılabilecektir. Arabulucu, taraflara ulaşılamaması, taraflar katılmadığı için görüşme yapılamaması yahut yapılan görüşmeler sonucunda anlaşmaya varılması veya varılamaması hâllerinde arabuluculuk faaliyetini sona erdirerek ve son tutanağı düzenleyerek durumu derhâl arabuluculuk bürosuna bildirecektir.

İşe iade davalarında süreç nasıl işleyecek?

4857 sayılı İş Kanunu'nun 20. maddesinde yapılan değişiklik ile iş sözleşmesi feshedilen işçi, fesih bildiriminde sebep gösterilmediği veya gösterilen sebebin geçerli bir sebep olmadığı iddiası ile fesih bildiriminin tebliği tarihinden itibaren bir ay içinde işe iade talebiyle, İş Mahkemeleri Kanunu hükümleri uyarınca arabulucuya başvurmak zorundadır. Arabuluculuk faaliyeti sonunda anlaşmaya varılamaması hâlinde, son tutanağın düzenlendiği tarihten itibaren, iki hafta içinde iş mahkemesinde dava açılabilir.

İşe iade davalarında boşta geçen süre ücreti ve işe başlatmama tazminatı dava tarihindeki ücret esas alınarak parasal olarak belirlenecektir. Aksi takdirde anlaşma sağlanamamış sayılır ve son tutanak buna göre düzenlenir. İşçinin kararlaştırılan tarihte işe başlamaması hâlinde fesih geçerli hâle gelecek ve işveren sadece bunun hukuki sonuçları ile sorumlu olacaktır.

Arabuluculuk ücretini kim ödeyecek?

Taraflardan birinin geçerli bir mazeret göstermeksizin ilk toplantıya katılmaması sebebiyle arabuluculuk faaliyetinin sona ermesi durumunda toplantıya katılmayan taraf, son tutanakta belirtilecek ve bu taraf davada kısmen veya tamamen haklı çıksa bile yargılama giderinin tamamından sorumlu tutulacaktır. Her iki tarafın da ilk toplantıya katılmaması sebebiyle sona eren arabuluculuk faaliyeti üzerine açılacak davalarda tarafların yaptıkları yargılama giderleri kendi üzerlerinde bırakılacaktır.

Tarafların arabuluculuk faaliyeti sonunda anlaşmaları hâlinde, arabuluculuk ücreti, Arabuluculuk Asgari Ücret Tarifesi'nin eki Arabuluculuk Ücret Tarifesinin İkinci Kısmına göre aksi kararlaştırılmadıkça taraflarca eşit şekilde karşılanacaktır. Bu durumda ücret, Tarifenin Birinci Kısmı'nda belirlenen iki saatlik ücret tutarından az olamayacaktır.

Arabuluculuk bürosu tarafından yapılması gereken zaruri giderler; arabuluculuk faaliyeti sonunda anlaşmaya varılması hâlinde anlaşma uyarınca taraflarca ödenmek, anlaşmaya varılamaması hâlinde ise ileride haksız çıkacak taraftan tahsil olunmak üzere Adalet Bakanlığı bütçesinden karşılanacaktır.

İşçi şikayetlerini kim inceleyecek?

4857 sayılı Kanun'da yapılan değişiklik ile Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, Çalışma ve İş Kurumu İl Müdürlükleri bünyesinde bulunan memurların işçi şikayetlerini inceleme yetkileri kaldırılmıştır.

Ancak unutmamak gerekir ki Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı iş müfettişlerinin çalışanların çalışma koşulları, ücretleri, izin hakları, iş sağlığı ve güvenliğine ilişkin denetimleri devam etmektedir. Bu çerçevede bir başvuru yapılırsa iş müfettişleri gerekli incelemeyi yaparak olası hukuka aykırılıklarda idari para cezası ve diğer yaptırımları uygulayacaktır. Rıza Eroğlu

https://www.dunya.com/kose-yazisi/is-uyusmazliklarinda-yeni-donem-arabuluculuk/391621

Şirketlerin bilançolarında oluşan geçmiş yıl zararları Kurumlar Vergisi Kanunu'nun hükümlerine uygun olarak indirim konusu yapılabilir. Kurumlar Vergisi Kanunu'nun " Zarar mahsubu" başlıklı 9. maddesinde; kurumların elde ettikleri zararın nasıl indirim konusu yapılacağı belirtilmiştir. Buna göre, kurumlar vergisi beyannamesinde her yıla ilişkin tutarlar ayrı ayrı gösterilmek ve beş yıldan fazla nakledilmemek şartıyla geçmiş yılların beyannamelerinde yer alan zararlar indirim konusu yapılabilir.

Söz konusu şartları yerine getiren şirketler zararlarını indirim konusu yapabilirler ancak mevcut zararlar bilanço da gözükmeye devam eder. Bu şartları sağlayamayan zararların ne yapılacağı konusunda Kurumlar Vergisi Kanunu'nda bir düzenleme bulunmaktadır. Yani geçmiş yıl zararlarının indirimi beş yıllık bir süre ile sınırlı olması nedeniyle altıncı yıla sarkan ve indirim imkanı kalmayan geçmiş yıl zararlarının nasıl işlem yapılacağı yasal olarak belirtilmemiştir. Söz konusu zararlarda indirim konusu zararlar gibi bilançoda gösterilmeye devam eder. Geçmiş yıl zararlarının bilançoda gösterilmesinde yasal olarak hiçbir sakınca bulunmamaktadır. Ancak uygulamacılar ve şirket sahipleri geçmiş yıl zararların bilançoda uzun yıllar taşınmasından kaynaklı psikolojik bir rahatsızlık hissetmektedirler. Bu rahatsızlığı ortadan kaldırmak için nasıl bir işlem yapmak ve geçmiş yıl zararlarının bilançoda nasıl gösterilmesi gerektiği konusu uygulamada tartışma yaratmaktadır.

Söz konusu geçmiş yıl zararları, bize göre; geçmiş yıl karlarına ve/ veya yasal yedeklere mahsup edilip bilanço sadeleştirebilir.

Zararın mahsup edilmesine ilişkin Türk Ticaret Kanunu hükümlerinde herhangi bir düzenleme yapılmazken, karın ve yasal yedeklerin kullanım şekline ilişkin düzenlemeler mevcut bulunmaktadır. Türk Ticaret Kanununun 409-1 maddesi uyarınca anonim şirketlerde kârın kullanım şekli ile dağıtılacak kâr ve kazanç paylarının oranlarını belirleme yetkisinin genel kurula bırakıldığı, 519-523 üncü maddelerinde yedek akçelerle ilgili hükümlere yer verilmiş olup, 509-2 maddesinde ise, kâr payı ancak net dönem kârından ve serbest yedek akçelerden dağıtılabileceği belirtilmiştir.

Yani TTK hükümlerine göre böyle bir işlem yapmaya genel kurul yetkilidir. Genel kurul kârın nasıl ve hangi oranlarda dağıtılmasını belirlemeye yetkili olduğundan ve aksine bir hüküm bulunmamasından dolayı, genel kurulun kararı üzerine geçmiş yıl zararları geçmiş yıl karlarından veya yasal yedeklerden mahsup edilebilir.

Peki bu mahsup edilen geçmiş yıl karlarının kâr dağıtımı statüsünde mi değerlendirilmesi gerekir?

Gelir Vergisi Kanunu hükümlerinde vergiyi doğuran olay gelirin elde edilmesiyle gerçekleşmekte olup, gelirin elde edilmesi ticari ve zirai kazançlarda tahakkuk esasına, serbest meslek kazancı, gayrimenkul sermaye iradı ile diğer kazanç ve iratlarda tahsil esasına, menkul sermaye iratları ile ücret gelirlerinde ise hukuki ve ekonomik tasarrufun gerçekleşmesine bağlanmıştır. Dolayısıyla geçmiş yıl zararlarının geçmiş yıl kârlarına ve/veya yasal yedeklere mahsup edilmesi işleminde, nakden veya hesaben yapılmış bir ödeme söz konusu olmadığından, bu mahsup işleminin bir kâr payı dağıtımı olarak değerlendirilmesi bize göre mümkün değilidir. Nitekim Maliye Bakanlığı da vermiş olduğu özelgeler de aynı yönde görüş bildirmiştir. Yapılan işlem bir sadeleştirme işlemi olup, ne şirket nede şirket ortakları için gelir getirici ve/veya gider yaratıcı bir unsur değildir.

Yukarıda açıklanan bu nedenlerden kaynaklı olarak geçmiş yıl zararlarının geçmiş karlarından ve / veya yasal yedeklerden mahsup edilmesi bize göre bir bilanço sadeleştirilmesi işlemi olup, bu işlemin asla kâr dağıtımı olarak kabul edilememesi gerekmektedir. Yılmaz Sezer

https://www.dunya.com/kose-yazisi/bilancolarda-yer-alan-gecmis-yil-zararlari-ne-yapilabilir/378409

 

T.C.

GELİR İDARESİ BAŞKANLIĞI

BÜYÜK MÜKELLEFLER VERGİ DAİRESİ BAŞKANLIĞI

Mükellef Hizmetleri Grup Müdürlüğü

Sayı

:

B.07.1.GİB.4.99.16.02-GVK-94-52

20/02/2012

Konu

:

Geçmiş yıllar zararlarının geçmiş yıllar karlarından mahsup edilmesi durumunda tevkifat yapılıp yapılmayacağı.

İlgide kayıtlı özelge talep formunuzda, 2004 ve 2007 yılı karlarından ayrılan ve olağanüstü yedekler hesabında takip edilen tutarların, geçmiş yıl zararlarından mahsubunun kar dağıtımı sayılıp sayılmayacağı ve tevkifata tabi olup olmayacağı konusunda Başkanlığımız görüşü sorulmuştur.

Kurumlar Vergisi Kanununun 6 ncı maddesinde, kurumlar vergisinin mükelleflerin bir hesap dönemi içinde elde ettikleri safi kurum kazancı üzerinden hesaplanacağı ve safi kurum kazancının tespitinde, Gelir Vergisi Kanununun ticari kazanç hakkındaki hükümlerinin uygulanacağı hükme bağlanmıştır.

Gelir Vergisi Kanununun "Bilanço esasında ticari kazancın tespiti" başlıklı 38 inci maddesinin birinci fıkrasında, bilanço esasına göre ticari kazancın, teşebbüsteki öz sermayenin hesap dönemi sonunda ve başındaki değerleri arasındaki müspet fark olduğu, bu dönem zarfında sahip veya sahiplerce işletmeye ilave olunan değerlerin bu farktan indirileceği, işletmeden çekilen değerlerin ise farka ilave olunacağı belirtilmiştir.

Aynı Kanunun 94 üncü maddesinde, maddede belirtilen kişi ve kurumların bentler halinde sayılan ödemeleri (avans olarak ödenenler dahil) nakden veya hesaben yaptıkları sırada, istihkak sahiplerinin gelir vergilerine mahsuben tevkifat yapmaya mecbur oldukları belirtilmiştir.

Gelir Vergisi Kanunu uygulamasında vergiyi doğuran olay gelirin elde edilmesiyle gerçekleşmekte olup, gelirin elde edilmesi ticari ve zirai kazançlarda tahakkuk esasına, serbest meslek kazancı, gayrimenkul sermaye iradı ile diğer kazanç ve iratlarda tahsil esasına, menkul sermaye iratları ile ücret gelirlerinde ise hukuki ve ekonomik tasarrufun gerçekleşmesine bağlanmıştır.

Menkul sermaye iratları açısından vergiyi doğuran olay niteliğinde olan hukuki ve ekonomik tasarrufun gerçekleşmesinde, gelirin sahibi tarafından talep edilebilir hale gelmesi anlamına gelen hukuki tasarruf aşaması, gelirin istendiği anda sahibine ödenecek hale gelmesi anlamına gelen ekonomik tasarruf aşamasınca izlenmekte olup, söz konusu menkul sermaye iradı gelirinin fiilen tahsil edilip edilmemesi gelirin elde edilmesine etki etmemektedir. 

Şirketlerin kar dağıtımına ilişkin esaslarını düzenleyen Türk Ticaret Kanununun 364 üncü maddesinin ikinci fıkrası ve 369 uncu maddesinin birinci fıkrasının (2) numaralı bendi uyarınca anonim şirketlerde kar dağıtma yetkisi genel kurula; 536 ncı maddesi uyarınca da kar dağıtımı yetkisi, ortak sayısı 20'den fazla olan limited şirketlerde ortaklar genel kuruluna, ortak sayısı 20 ve daha az olan limited şirketlerde de ortakların yazılı kararına bırakılmıştır.

Aynı Kanunun yedek akçelerle ilgili hükümlerine 466-469 uncu maddelerinde yer verilmiş olup 470 inci maddede ise, kar payının sadece safi kardan ve bu amaçla ayrılmış olan yedek akçelerden dağıtılabileceği belirtilmiştir.

Bu hüküm ve açıklamalara göre, geçmiş yıl zararlarının geçmiş yıl kârlarına ve/veya yasal yedeklere mahsup edilmesi işleminde, nakden veya hesaben bir ödeme bulunmamaktadır. Bu nedenle, geçmiş yıl kârlarının ve/veya yasal yedeklerin geçmiş yıl zararlarına mahsup edilmesi işlemi, kar payı dağıtımı olarak değerlendirilmeyecek ve kar payı dağıtımına bağlı vergi kesintisi yapılmayacaktır.

Bilgi edinilmesini rica ederim.

(*)     Bu Özelge 213 sayılı Vergi Usul Kanununun 413.maddesine dayanılarak verilmiştir.

(**)   İnceleme, yargı ya da uzlaşmada olduğu halde bu konuya ilişkin olarak yanlış bilgi verilmiş ise bu özelge geçersizdir.

(***) Talebiniz üzerine tayin edilmiş olan bu özelgeye uygun işlem yapmanız hâlinde, bu fiilleriniz dolayısıyla vergi tarh edilmesi icap ederse, tarafınıza vergi cezası kesilmeyecek ve tarh edilen vergi için gecikme faizi hesaplanmayacaktır.

09.03.2015 tarihli “Sahte faturaya hapis cezası kalkıyor mu?” başlıklı köşe yazımda, AİHM Kararlarında yer alan “aynı suçtan iki kez yargılanmama ve cezalandırılmama ilkesi”nin Türkiye’de uygulanamayacağını, çünkü Türkiye’nin 7 nolu Protokolü imzalamadığını ve Protokole henüz taraf olmadığını ele almış ve bu nedenle sahte faturaya hapis cezasının kalkmadığını belirtmiştim.

14 Mart 1985 tarihinde Türkiye tarafından imzalanmış olan 7 nolu Protokol, 10 Mart 2016 tarihinde kabul edilen uygun bulma kanunun 25 Mart 2016 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanmasını takiben uygun bulma belgesinin Avrupa Konseyi Genel Sekreterliği’ne depo edilmesi ile 1 Ağustos 2016 tarihi itibariyle Türkiye bakımından yürürlüğe girmiştir. 8 Nisan 2016 tarihli Resmi Gazete’de Milletlerarası Sözleşme başlığında yayımlanan 28.03.2016 tarihli ve 2016/8717 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile 7 nolu Protokol imzalanmıştır.  Böylece  “aynı suçtan iki kez yargılanmama ve cezalandırılmama ilkesi” de Türkiye bakımından işlerlik kazanmıştır.

7 nolu Protokolün 4’üncü maddesi[1], “Madde 4-İki kez yargılanmama veya cezalandırılmama hakkı 1. Hiç kimse aynı Devletin yargı yetki alanında o Devletin hukuku ve ceza yargılama usulü uyarınca kesin olarak beraat ettiği ya da mahkûm olduğu bir suçtan ötürü tekrar yargılanma veya cezalandırmaya tabi tutulmayacaktır. 2. İlk paragraf hükmü, davanın sonucunu etkileyebilecek yeni delil ya da yakın zamanda ortaya çıkmış olgular ya da önceki yargılamada esaslı bir hata var ise, ilgili Devletin hukuku ve ceza yargılama usulü uyarınca davanın yeniden açılmasını engellemeyecektir. 3. Sözleşme Madde 15 çerçevesinde bu Maddeden sapma yapılmayacaktır” şeklindedir.

Süregelen Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) Kararlarında da vergi suçlarında  “aynı suçtan iki kez yargılanmama ve cezalandırılmama” ilkesi ekseninde hapis cezası ile idari para cezasının birlikte uygulanamayacağı yönünde kararlar çıkmaktadır. AİHM defter ve belgelerin ibraz edilmemesinden ötürü hem idari para cezası hem de hapis cezası verilen davalarda 7 numaralı Protokolün 4. maddesi uyarınca yaptığı incelemelerde aynı suçtan ötürü iki kez cezalandırılma yasağının ihlal edildiğine karar vermektedir. Yani, aynı fiilden dolayı hem idari para cezası hem de hapis cezası verilmesini bu Protokol çerçevesinde kabul etmemektedir (bkz., Nykenan/Finlandiya, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin 20.05.2014 tarihli kararı). Yine, Ruotsalainen/Finlandiya ve Glantz/Finlandiya Kararlarında üç kat vergi ziyaı cezası yanında hapis cezasının da verilmesini 7 numaralı Protokolün 4. Maddesine aykırı bulmuştur.

Türkiye’de hem hapis hem de para cezası alan bir mükellef AİHM’e başvurabilir mi?

Yukarıda belirttiğimiz üzere, AİHM’in aynı suçtan ötürü iki kez yargılanmama ilkesini düzenleyen 7 numaralı Protokolü’nün 4. Maddesine istinaden aynı suçtan ötürü iki kez cezalandırılma yasağının ihlal edildiğine karar vermektedir. Hemen belirtelim ki, Türkiye 7 nolu Protokole taraf olmuştur ve 7 nolu Protokolün 4. Maddesine atıf yapılarak, Türkiye’de de VUK 359 uyarınca hem idari para cezası verildiği hem de hapis cezası verildiğinden hareketle AİHM’e başvurmak mümkün hale gelmiştir. Belirtelim ki, AİHM yolundan önce Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru usulü çerçevesinde de başvurmak mümkündür.

Yine vergi ziyaı cezası ile birlikte usulsüzlük ve özel usulsüzlük cezası kesilmesi de 7 nolu Protokole aykırılık teşkil edecektir.

Türkiye’deki vergi sisteminde cezalardaki durum nedir?

Türkiye’de vergiyi eksik tarh ettirenler hakkında ceza olarak usulsüzlük, özel usulsüzlük, vergi ziyaı cezası ve hapis cezası duruma göre hep birlikte uygulanabilmektedir. Yani, usulsüzlük, özel usulsüzlük, vergi ziyaı ve hapis cezası hep birlikte uygulanabildiği gibi, özel usulsüzlük ve vergi ziyaı cezası da birlikte uygulanabilmektedir. İşte 7 nolu Protokolün 4’üncü maddesi bu cezaları birlikte uygulayamazsın diyor. Sonuçta, vergi ziyaı cezası alıyor isen, hapis cezası uygulayamazsın, ya da vergi ziyaı cezası alıyorsan özel usulsüzlük cezası uygulayamazsın ya da hapis cezası veriyor isen para cezası veremezsin diyor.

7 nolu Protokol imzalanır iken bu durum düşünülmüş müdür bilemeyiz ama mevcut durumda vergi kanunları buna uyarlanmak zorundadır. Bu da başlıkta belirttiğimiz gibi Türk vergi ceza sistemi açısından yeni bir durumdur ve ceza sistemi tümden değişmek zorundadır.

Nitekim, dava dilekçelerinde bu durum vurgulandığında mahkemeler bunu dikkate almak zorunda kalacaklardır. Mahkeme kararları da 7 nolu Protokol ekseninde çıktığında vergi mevzuatındaki ceza sistemi değişmek zorunda kalacaktır.

Sonuç olarak, kanaatime göre Türkiye’de özellikle sahte fatura düzenleyen ve defter ve belgelerini gizleyenler için hapis cezasını kaldırmak tam bir kaosa neden olacaktır. Vergi oranları yüksektir ve buna tenezzül edenleri para cezası ile cezalandırmak yeterli kalmayacaktır. Ekrem Öncü

http://www.borsagundem.com/yazarlar/turk-vergi-ceza-sistemi-tamamen-degisecek-yazisi/1250683

*

1 Bu maddenin serbest Türkçe çevirisi, Protokol No.7 md.4 hakkında bilgi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin ilgili kararları için bkz, Gülay Arslan Öncü “Vergi Hukuku ve Yargılamasına Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin Uygulanabilirliği: Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararları Işığında Bir Analiz”, Türkiye Adalet Akademisi Dergisi, Yıl: 6, Sayı: 20 (Ocak 2015), s. 182-185)

Şirket tüzel kişiliği ile ilgili bütün tebligatların şirketin bulunduğu merkez adresine yapılması zorunludur. Aksi takdirde yapılan tebligatlar geçerli olmayacaktır. Somut bir olayda 2007 yılı ile ilgili bir tebligatın şirket müdürünün ikamet adresinde yer alan müdüre yapılması sonucunda açılan dava red şeklinde karara bağlanmıştır (1).

Somut olayda 2007 yılına ilişkin defter kayıt ve belgelerin ibrazı hakkındaki yazı şirket tüzel kişiliğine tebliğ edilememiştir. Bunun sonucunda şirketin ticaret sicil kayıtlarında yer alan adresinden de defter ibraz yazıları bilâ tebligat olarak geri dönmüştür. Daha sonra ikinci bir tebligat için şirket müdürünün MERNİS sisteminde yer alan sorgulama neticesinde şirket müdürü olarak atanan kişinin ikamet adresine yapılan tebliğin usulüne uygun olduğu neticesine varılmıştır.

Bilindiği gibi ticaret şirketlerinde her türlü tebligatın şirketin merkez adresinde yapılması zorunludur. Tüzelkişilere yapılacak tebliğ, bunların başkan, müdür veya kanuni temsilcilerine, vakıflar ve cemaatler gibi tüzelkişiliği olmayan teşekküllerde bunları idare edenlere veya temsilcilerine yapılır. Dar mükellefiyette Türkiye'deki daimi temsilcilere yapılır.

Emsal bir olay nedeniyle, vergi mahkemesi tarafından verilen bir kararın gerekçesi aynen şöyledir: "Somut olayda davacı şirket tüzel kişiliği bilinen adreslerinde ulaşılmaması nedeniyle, MERNİS sisteminde yapılan sorgulama neticesinde şirket müdürü olarak atanan kişinin ikamet adresinde yapılan tebliğin usulüne uygun olduğu sonucuna varıldığından, davacı tarafın aksi yöndeki iddialarına itibar edilmemiştir" Nazlı Gaye Alpaslan Güven

http://www.hurses.com.tr/Haber-Sirketlerde_Mernis_adresi_ve_vergi_tebligi-15330.htm


(1) Bkz. İzmir 3. Vergi Mahkemesi 27/12/2013 gün ve  E : 2013/197 - K: 2013/1778 sayılı kararı

Salı, 21 Kasım 2017 09:40

Vergiden Muaf Vakıfların Binaları

Emlâk Vergisi Kanunu'nun 4/m maddesi ile “Bakanlar Kurulu'nca vergi muafiyeti tanınan vakıflara ait binalar” vakıf senedindeki cihete tahsis edilmek şartıyla emlâk vergisinden muaf tutulmuştur.

Öte yandan Bakanlar Kurulu'nca vergi muafiyeti tanınan vakfın vakıf senedinde yazılı maksadının bir hastane veya okul işletmek gibi, ancak iktisadi işletme biçiminde işletilebilecek olmasının muafiyet açısından bir önemi yoktur. Çünkü bu gibi işletmelerin vergiden muaf olarak işletilmesine Kurumlar Vergisi Kanunu elvermemektedir. Kurumlar Vergisi Kanunu'nun 1/1-ç maddesi ile dernek veya vakıflara ait iktisadi işletmeleri mükellefler arasına alınmış ve bu işletmelerin kazançları verginin konusuna dâhil etmiştir.

Bakanlar Kurulu'nca vergi muafiyeti tanınan vakıfların maksatlarını gerçekleştirmek amacıyla ticaret sicil memurlukları nezdinde iktisadi işletme oluşturarak binalarını da bu işletmeye tahsis etmeleri halinde, söz konusu muafiyetten yararlanmaları mümkündür.

Burada akla bir soru gelmektedir. Acaba bu iktisadi işletmeye tahsis, vakfın bir bedel almasını gerektirir mi? Bu noktada iktisadi işletmenin vakfa tahsis edilen bina için bir bedel ödemesi, bedeli gider yazacak olması dolayısı ile kurumlar vergisi matrahını azaltacaktır. Bu nedenle bedelin ödenmemesi kurumlar vergisi açısından –Hazine bakımından- daha iyi olmakla birlikte bildiğim kadarı ile Vakıflar Genel Müdürlüğü bu durumdaki vakıflardan tahsis edilen bina için bedel almalarını istemekte, aksi halde eleştiri raporu yazmaktadır. Bu durumda işletme tarafından vakfa bedel ödeniyor ve gider yazılıyor ise bedelin belirlenmesinde transfer fiyatlandırması düzenlemelerine de ayrıca dikkat etmek gerekecektir.

Vakıf ile iktisadi işletme arasında transfer fiyatlandırması hükümlerine de dikkat ederek bir tahsis sözleşmesi yapılmasından yarar vardır. Bu sözleşmeyi kira sözleşmesi biçiminde yapmak mümkünse de bazen belediyelerin vakıfları, “tahsis yapmadığı, binanın kiraya verildiği ve kira geliri elde edildiği” yönünde eleştirerek muafiyetten yararlandırmama yoluna gittikleri de görülmektedir. Ancak yargı anlayışında –haklı olarak- bu gibi hallerde gerçek bir kiralamadan söz edilemeyeceği ve muafiyetin uygulanması gerektiği kabul edilmektedir (Danıştay 9. Dairesi E.2005/5384 K.2006/1313 T.13.4.2006).

Burada üzerinde durulması gereken bir başka konu da vakıfların amaçlarını, vakıf senedinde yazılı gayelerini gerçekleştirmek üzere paylarının tamamı kendi mülkiyetinde olan ticaret şirketi kurup binalarını da bu şirkete –yine tahsis bedeli karşılığında - tahsis etmeleri halinde, muafiyetin yine geçerli olup olmayacağıdır.

Vakıfların amaçlarını tahakkuk ettirmek için kurduğu hastane, okul vb. işletmelerinin vergi kanunları karşısında kurumlar vergisine tabi iktisadi işletme olarak kurmaları zorunlu olduğu kabulünden hareketle bu iktisadi işletmenin mutlaka tüzel kişilikten yoksun olarak ticaret siciline tescili zorunluluğundan söz edilemez. Zira iktisadi işletme aslında bir üst kavramdır ve ticaret şirketleri de iktisadi işletme kavramının kapsamı içerisinde kalmaktadır. “Ticari işletmeler iktisadi işletmelerin bir koludur ve genel olarak büyük iktisadi işletmeleri ifade eder”(1) Zaten Ticaret Kanunu da tacir sıfatı yönünden ticaret şirketleri ile amacına varmak için ticari bir işletme işleten vakıfları bir tutmuştur (md.16).

Bu nedenle, vergi muafiyeti olan bir vakfın gayesini gerçekleştirmek üzere Ticaret Sicili Yönetmeliği'nin 58. maddesine göre ticari işletme oluşturması ile tüm payları kendisine ait ticaret şirketi kurmak suretiyle ticari işletme oluşturması arasında bence bir fark yoktur. Vakfın kurduğu iktisadi işletme ile ticaret şirketinin kazançlarının vergilendirilmesine kurumlar vergisi açısından yaklaşıldığında da bir fark yoktur. Zaten “verginin tarafsızlığı ilkesi” de bir fark olmamasını gerektirir. Vergi hukuku kişi veya kurumlara işletme politikası dikte edemez.

Bu durumda hem söz konusu ilke hem de vergi hukukunun işletmelere hukuki tip veya tür dayatmasının olanaksızlığı dolayısıyla, Bakanlar Kurulu'nca vergi muafiyeti tanınmış vakıfların amaçlarını tahakkuk ettirmek üzere kuracağı ve tüm payları kendisine ait ticaret şirketlerine tahsis ettikleri binaların da emlâk vergisi muafiyetinden yararlanması gerekir. Bumin Doğrusöz

--------------
(1) Yaşar KARAYALÇIN, Ticaret Hukuku, I- Giriş – Ticari İşletme, 3. Bası, Ankara 1968, sf:157

https://www.dunya.com/kose-yazisi/vergiden-muaf-vakiflarin-binalari/391454

2000’de sigortalı olarak çalışmaya başlayan bir kişi, askerliğini 1998’de 6 ay yaptıysa, askerlik borçlanmasıyla ilk kez sigortalı olduğu tarihi 6 ay geriye götürebilir. Böylece 15 yıl ve 3600 günle kıdem tazminatını alabilir.

15 yıl sigortalılık süresi ve 3600 gün prim ödemesiyle kıdem tazminatına hak kazanılabiliyor. Ancak bunun için 8 Eylül 1999 ve öncesinde ilk kez sigortalı olmuş olma şartı var. Bu tarihten önce ilk kez sigortalı olanlar 15 yıl sigortalılık süresini ve 3600 gün prim ödeme şartını yerine getirdiklerinde istifa ederek kıdem tazminatlarını alabiliyor.

9 EYLÜL 1999’A DİKKAT!

9 Eylül 1999 ve sonrasında ilk kez sigortalı olan kişiler için ise emeklilik için yaş dışındaki diğer şartlar 25 yıl sigortalılık süresi ve 4500 prim günü. Dolayısıyla ilk kez ne zaman sigortalı olunduğunu kontrol etmek çok önemli. Çalışanlar çoğu kez ilk kez ne zaman sigortalı olduklarını gün ve ay olarak bilmezler. Çalışmaya başladıkları yılı hatırlarlar ancak günü ve ayından emin olamazlar. Halbuki emeklilikte bir günün bile önemi vardır.

STAJ GİRİŞİ İŞE YARAMAZ

8 Eylül 1999 ve öncesinde ilk kez sigorta girişi olması şartı bakımından staj girişi dikkate alınmaz. Bu kişilerin staj süresince uzun vadeli sigorta kollarına yani emeklilik hesaplarına prim ödenmediği için emeklilik için yaş dışındaki şartları tamamladıkları için istifa ederek kıdem tazminatı alamazlar. Ancak örneğin 5 Ağustos 1998’de staj girişi olan ve 8 Eylül 1999’da uzun vadeli sigorta kollarına prim ödenerek çalıştırıldığı bir işe giren kişi 15 yıl, 3600 günle kıdem tazminatına hak kazanabilir.

Elinizi çabuk tutun seneye artacak!

2000 yılı başları veya 1999 yılının eylül ayının ortasından sonra sigorta girişi bulunan ve askerlik süresini borçlandığında sigorta girişini 9 Eylül 1999 öncesine çekebilen erkek sigortalılar öncelikle askerlik borçlanması yaparak sigorta girişlerini 9 Eylül 1999 öncesine çekmeliler. Askerlik borçlanmasının bir günlük tutarı 18.96 TL’dir. Bu tutar 2018’de artacak. Dolayısıyla askerlik borçlanması yapmayı düşünenlerin ellerini çabuk tutmalarında fayda var. Kaç gün borçlanma yapılması gerektiğine ise gün sayarak karar vermek gerekiyor.

SGK’dan yazı almak şart

ASKERLİK borçlanmasıyla sigorta giriş tarihini 9 Eylül 1999 tarihi öncesine çeken kişi, daha sonra SGK’dan 15 yıl, 3600 günle kıdem tazminatı yazısı talep etmeli. Bu şekilde sigorta girişi de 8 Eylül 1999 tarihi ve öncesine gelmiş olacağı için SGK, 15 yıl, 3600 günle kıdem tazminatı alabilir yazısını bu kişiye verecektir. SGK’dan yazı almadan işyerinden istifa etmekle kıdem tazminatı alınamayacağı için önce borçlanma yapıp, sonra SGK’dan yazı alıp bu yazıyı işverene vererek istifa etmek gerekmektedir.

6 ay geri götürebilir

BİR kişinin ilk kez sigortalı olduğu tarihin değiştirilmesi askerlik borçlanmasıyla mümkündür. 1 Ocak 2000’de ilk kez sigortalı olarak çalışmaya başlayan bir kişi, askerliğini 1998’de 6 ay yaptıysa, askerlik borçlanmasıyla tarihi 6 ay geriye götürebilir. Bu sayede ilk kez sigortalı olduğu tarih 9 Eylül 1999 öncesine geleceği için 15 yıl, 3600 günle kıdem tazminatı alabilir hale gelecektir. Dolayısıyla 15 yıl, 3600 günle kıdem tazminatı alma hakkını 6 ay, 9 ay gibi sürelerle kaçıran erkek sigortalılar, bu süreyi askerlik borçlanmasıyla telafi edebiliyorlarsa önce askerlik borçlanması yapmalı, daha sonra istifayla kıdem tazminatlarını almalılar. Vedat İlki

http://www.aksam.com.tr/yazarlar/okan-guray-bulbul/15-yil-firsatini-kaciranlar-once-borclan-sonra-tazminat-al-c2/haber-681135

Hakkımızda

 ö z d o ğ r u l a r, 18.08.1988 tarihinde kurularak, Mali Müşavirlik faaliyetine başlamıştır. 

Sektöründe en iyi olma duygusu ile personeline "Kalite" bilincini yerleştirmeyi, Kalite Yönetim Sistemini sürekli iyileştirmeyi, müşterilerine en iyi hizmeti sunmayı, amaç edinerek, 2003 Yılında, alanında Türkiye' de ilk olarak ISO 9001: 2000 Belgesi almıştır.

 

Mali Takvim

Öne Çıkanlar

  • Asgari Kurumlar Vergisinin Detayları Netleşiyor İlk Defa Faaliyete Başlayan 3 Yıl Muaf Temmuzda yasal altyapısı…
  • Yabancıların Türkiye'de Şirket Kurması Kolaylaştırılıyor Yabancı girişimcilerin Türkiye'ye erken aşama şirket kurmasını kolaylaştıracak vize programı…
  • Miras Paylaşımı Ve Tapu İşlemlerinde Önemli Değişiklik Yapıldı! Ülkemizde milyonlarca vatandaşımızı yakından ilgilendiren miras hukukunda önemli bir değişiklik…
Top