Danıştay Dergisinin 147. sayısında yer alan güncel bazı yargı kararları
1. Kurumlar Vergisi Kanunu
Kurumda beyan dışı bırakılan kâr ortaklar tarafından elde edilmiş sayılır mı?
(Danıştay Üçüncü Dairesinin 04.05.2017 tarih ve E:2015/5926 K:2017/3590 sayılı kararı)
Dava konusu uyuşmazlıkta;
- 2004 yılı hesaplarının incelenmesi sonucu, davacı şirket tarafından kayıt ve beyan dışı bırakıldığı tespit edilen kurumlar vergisi matrah farkının bilançoda yer almadığı ve sermayeye de eklenmediği görülerek bu kâr farkının ortaklara dağıtıldığı halde vergi kesintisi yapılmadığı sonucuna varılmak suretiyle değinilen matrah farkı üzerinden gelir (stopaj) vergisi tarhiyatı yapılmış,
- Mahkemece, 2004 yılına ilişkin kurumlar vergisi tarh zamanaşımına uğramak suretiyle kaldırılmış ve bu nedenle gelir (stopaj) vergisinin dayanağı kalmadığı gerekçesiyle kaldırılmıştır.
Kâr dağıtımının ilk şartı usulüne göre düzenlenen bilançoya göre ortaya çıkacak kârın elde edilmiş olmasıdır. Dağıtılabilir kâr da ilgili dönemin ticari bilanço kârı olup, gelir tablosundaki vergi ve yasal yükümlülüklerden önceki kârdır. Kârın, dağıtım tarihinde hukuki ve ekonomik tasarruf imkânı doğduğundan, tahakkuk esası uyarınca gelir bu esnada elde edilmiş sayılır ve kâr payının tahsil edilmemiş olması elde etme işleminin gerçekleşmemiş olduğu anlamına gelmez. Şirket yetkililerince kâr dağıtım kararı alınmamakla birlikte kârın fiilen dağıtılması durumunda da fiili ve ekonomik tasarruf meydana geldiğinden, elde etme fiili dağıtım tarihinde ortaya çıkmış olacaktır.
Vergi Usul Kanunu’nun 3. Maddesine göre vergilendirmede vergiyi doğuran olay ve bu olaya, ilişkin muamelelerin gerçek mahiyeti esastır. Bu genel hüküm dikkate alındığında, 5422 sayılı mülga Kurumlar Vergisi Kanununun 21. maddesi uyarınca 2004 yılı hesap döneminin kapandığı ayı takip eden dördüncü ay olarak 2005 yılının Nisan ayının onbeşinci günü akşamına kadar verilmesi gereken kurumlar vergisi beyannamesiyle eş zamanlı olarak, davacı şirketin yetkili organlarınca alınmış herhangi bir kâr dağıtım kararı bulunmasa dahi, beyan dışı bırakılan ticari kârın ortaklar tarafından fiilen elde edildiğinin kabulü gerekir. Ayrıca gelir (stopaj) vergisi yönünden vergiyi doğuran olay kâr payının elde edildiği anda gerçekleşmiş olduğundan ve bu tarih dava konusu olay için kayıt dışı beyanın tespit edildiği 2005 yılının Nisan ayında meydana geldiğinden, olayın, kayıt dışı bırakılan kurum kazancının doğduğu dönemden bağımsız olarak değerlendirilmesi gerekmekte olup, ortaya çıkan gelir üzerinden yapılması gereken tevkifata ilişkin muhtasar beyannamenin verilmesi de bu durumda zorunluluk arz eder.
Bu durumda, davanın esasını inceleyerek davacının 2004 yılında kayıt dışı hasılatı olup olmadığını belirledikten sonra 2005 Nisan dönemine ait gelir (stopaj) vergisi ve üzerinden tekerrür nedeniyle artırılarak kesilen bir kat vergi ziyaı cezası hakkında karar vermesi gerekirken yazılı şekilde karar veren vergi mahkemesi kararının ilgili hüküm fıkrasının bozulması gerekmiştir.
Sponsorluk sözleşmesi gereği yapılan harcamalar reklâm gideri olarak dikkate alınabilir mi?
(Danıştay Dördüncü Dairesinin 09.10.2017 tarih ve E:2013/4011 K:2017/6706 sayılı kararı)
Davacı tarafından, sponsorluk sözleşmeleri gereğince yapılan harcamaların tamamı gider olarak kaydedilerek kurum kazancının eksik beyan edildiğinden bahisle vergi ziyaı cezalı olarak tarh edilen 2010 yılı kurumlar vergisinin kaldırılması istemiyle açılan davanın kabulüne ilişkin Vergi Mahkemesi kararı temyiz edilmiştir.
Sözleşmelerin incelenmesinden; genel olarak davacının yükümlülüğünün, karşı tarafın belirli giyim tedarikini üstlenmek olduğu; karşı tarafın yükümlülüklerinin ise davacının logosunun sözleşmelerde belirtilen alanlarda ve internet sitelerinde yer almasının sağlanması ayrıca sportif organizasyonlara davacı adına bilet temin edilmesi gibi hususlar olduğu anlaşılmıştır.
Bu durumda, söz konusu sözleşmelerin kapsamının sponsorluk veya reklam kavramlarından hangisine ilişkin olduğunun değerlendirilmesi gerekmektedir.
Reklam, insanları gönüllü olarak belli bir davranışta bulunmaya ikna etmek, belirli bir düşünceye yöneltmek, dikkatlerini bir ürüne, hizmete, fikir ve kuruluşa çekmeye çalışmak, onunla ilgili bilgi vermek, ona ilişkin görüş ve tutumlarını değiştirmelerini veya belirli bir görüşü ya da tutumu benimsemelerini sağlamak amacıyla oluşturulan; iletişim araçlarından yer ya da süre satın almak yoluyla sergilenen ya da başka biçimlerde çoğaltılıp dağıtılan ve bir ücret karşılığı oluşturulduğu belli olan duyurular olarak, sponsorluk ise bir kuruluşun belirlemiş olduğu hedeflere ulaşmak için spor, sanat, kültür ve sosyal olaylar ile çeşitli kişi ve kuruluşlara nakdi veya başka türlü desteklerle yapılan tüm faaliyetlerin planlanması, uygulanması ve kontrol edilmesi süreçlerini kapsayan taraflar arasında karşılıklı olarak birbirlerine fayda sağlamaya yönelik yapılan yazılı iş antlaşmaları olarak tanımlanabilecektir.
Tanımlardan da anlaşılacağı üzere gerek reklam gerekse de sponsorluk sözleşmelerinin her ikisinde de taraflar arasında karşılıklı edimler mevcut bulunduğundan sözleşmeler bu yönden ele alınarak sınıflandırılamamaktadır, reklam sözleşmelerinde reklamı veren ile iletişim aracı sağlayıcısı arasında yer, zaman ve bedel belirlenerek doğrudan bir ürün, hizmet veya marka vb. tanıtılırken, sponsorluk sözleşmelerinde ise sponsora ait ürün, hizmet veya marka vb. tanıtımında desteklenen kurum veya kişinin imaj ve prestijinden de faydalanılmaktadır. Bunun yanı sıra sponsorluk sözleşmelerinde ticari kazancın elde edilmesi ve idame ettirilmesi için gerekli olmayan bazı edimler de yer alabilmektedir.
Yukarıda anlatım bulan hususlar bir arada değerlendirildiğinde, davacının söz konusu sözleşmeler nedeniyle elde edeceği faydada desteklenen kurumların imaj ve prestijinden de faydalanılması, karşı tarafların edimleri arasında yer alan ticari kazancın elde edilmesi ve idame ettirilmesi için gerekli olmayan sportif faaliyetler için bilet temin edilmesi gibi sözleşme maddelerinin bulunması nedeniyle uyuşmazlığa sebep olan sözleşmelerin sponsorluk sözleşmesi olduğu sonucuna varıldığından, dava konusu tarhiyatta hukuka aykırılık görülmemiştir.
2. Katma Değer Vergisi Kanunu
Kira süresi sonunda mülk sahibine bedelsiz teslim edilen değerler için KDV hesaplanması gerekir mi?
(Danıştay Dördüncü Dairesinin 27.11.2017 tarih ve E:2016/1359 K:2017/7736 sayılı kararı)
Dava konusu olayda;
- Davacı şirketin kiralamış olduğu ve liste halinde belirtilen gayrimenkullerine normal bakım, tamir ve temizleme giderleri dışında, gayrimenkulü genişletmek ve iktisadi kıymetini devamlı olarak artırmak maksadıyla vitrin, aydınlatma, elektrik tesisatı, raf gibi giderler yapmış,
- Söz konusu giderler Özel Maliyetler hesabına borç kaydedilmek suretiyle aktifleştirilmiş,
- Gayrimenkullerin kira sözleşmelerinde öngörülen kira süreleri tamamlanmadan davacı şirket tarafından tahliye edilmiş,
- Tahliye tarihleri itibariyle özel maliyet bedeli niteliğine haiz giderlerden oluşan iktisadi kıymetlerin mülkiyeti bedelsiz olarak taşınmazları kiraya veren maliklere devredilmiş ve
- Bu devir işlemi nedeniyle vergi ziyaı cezalı katma değer vergisi tarhiyatı yapılmıştır.
Davacı tarafından tahliye esnasında bırakılan kıymetlerin karşılığında herhangi bir gelir elde etmediği ihtilafsız olup, ticari icaplar gereğince ekonomik bir değere sahip kıymetlerin bedelsiz teslim edilmesi söz konusu olamayacağından, dava konusu kıymetlerin iktisadi bir değerinin bulunup bulunmadığına yönelik herhangi bir tespit olmaksızın yapılan cezalı tarhiyatta hukuka uyarlık bulunmamıştır.
3. Damga Vergisi Kanunu
Süresi kendiliğinden uzayan sözleşme üzerinden yeniden damga vergisi ödenmesi gerekir mi?
(Danıştay Dokuzuncu Dairesinin 06.12.2017 tarih ve E:2015/9652 K:2017/8904 sayılı kararı)
Uyuşmazlığın esasını, yeni bir sözleşme imzalanmadan ya da eski sözleşme üzerine herhangi bir şerh konulmadan kendiliğinden veya sözleşmedeki bir hüküm dolayısıyla sözleşmenin süresinin uzaması durumunda süresi uzayan sözleşme için yeniden damga vergisinin doğup doğmayacağı hususu oluşturmaktadır.
Damga vergisinin doğması için öncelikle kanunda belirlenmiş bir kağıt veya elektronik ortamda düzenlenmiş bir belge ya da veri olması, bu kağıt, belge ya da verinin imzalanmış olması ya da imza yerine geçecek bir işaret konmuş olması gerekmekte olup, bu kağıtların hükümlerinin yenilenmesi durumunda ise sadece bu kağıtların yenilenmesine ilişkin mektup ve şerhlerin damga vergisine tabi olduğu düzenlemesine yer verildiği görülmektedir.
Damga Vergisi Kanunu’nun 2. maddesinde şerhlerden bahsedilmekle birlikte mektup ve şerhin yasal tanımı yapılmamıştır. Şerh; bir anlatım veya yorumlama, bir şeyi açıklamak amacıyla bir kağıda yazılmış olan ifade olarak tanımlanabilir. Şerh yazılı olan bir kağıdın, herhangi bir yerine, boşluğuna konulabilir. Önceden düzenlenmiş bulunan kağıdın altına veya arkasına bir boşluğa, bu kağıdın hükümlerinin yenilenmesine, uzatılmasına, değiştirilmesine, devrine veya bozulmasına ilişkin şerh konulması halinde bu kağıt damga vergisine tabi olur.
Olayda, davacı şirketin imzalamış olduğu alan tahsis sözleşmelerinde yer alan “yeni dönem için yenilememe ihbarında bulunulmadığı takdirde tahsis süresi, tahsis bedeli hariç olmak üzere aynı hüküm ve koşullarla 1 (bir) yıl daha uzayacaktır” şeklindeki maddenin, mevzuat hükümleri ve yapılan açıklamalar karşısında damga vergisine konu kağıdın hükümlerinin yenilenmesine ilişkin kağıda konulmuş bir şerh olarak kabulünün mümkün olmadığı, bu nedenle, sözleşmede bulunan bu hüküm gereğince süresi kendiliğinden uzayan sözleşmenin Damga Vergisi Kanunu’nun aradığı anlamda damga vergisine tabi bir sözleşme olarak kabul edilemeyeceği, aksi düşüncenin, verginin kanuniliği ilkesine aykırı olarak kanunda yazılı olmayan bir durumun yorum yoluyla genişletilerek vergi alınmasına yol açacağı sonucuna ulaşılmıştır.
Bu durumda, davacı şirketin imzalamış olduğu içerdiği bir madde uyarınca süresi kendiliğinden uzayan alan tahsis sözleşmeleri için yapılan dava konusu damga vergisi tahakkukunda hukuka uyarlık bulunmadığı anlaşıldığından aksi gerekçe ile davanın reddine karar veren vergi mahkemesi kararında isabet bulunmamaktadır.
4. Vergi Usul Kanunu
Vergi incelemesine ilişkin düzenlemelere aykırı olarak elde edilen veriler doğrultusunda tarhiyat yapılabilir mi?
(Danıştay Vergi Dava Daireleri Kurulunun 13.12.2017 tarih ve E:2017/368 K:2017/626 sayılı kararı)
Dava konusu olayda, serbest muhasebeci ve mali müşavirlik faaliyetiyle ilgili yapılan inceleme sırasında,
- Muhasebe bürosunda muhafaza edilmekte olup aralarında davacının da bulunduğu (140) mükellefin yasal defterlerinin boş olduğu, kayıtların işlenmediği tespit edilerek, bu defterlere el konulduğu,
- Bu durumun tutanağa bağlandığı ve
- Bu tespite istinaden incelemeye alınan davacı adına, yasal defterlerinin boş olması sebebiyle katma değer vergisi indirimleri kabul edilmeyerek cezalı tarhiyat yapılmıştır.
Defter ve belgeleri usulüne uygun şekilde yazıyla ve yasada öngörülen süre verilerek kendisinden istenmeyen davacının defterlerine, muhasebecisi hakkında başlatılan bir inceleme sırasında ve muhasebecisinin iş yerinde, sulh yargıcından alınmış bir arama kararı bulunmaksızın hukuk dışı yollarla el konulmuş ve davacının imzasını taşıyan bir tutanak da düzenlenmemiştir.
Bu durum karşısında, vergi incelemesine ilişkin yasanın emredici kurallarına aykırı olarak gerçekleştirilen yöntemler kullanılarak elde edilen veriler doğrultusunda düzenlenen vergi inceleme raporu uyarınca yapılan tarhiyatın hukuka uygun olduğundan söz edilemeyeceğinden, davanın reddi yolunda verilen ısrar kararının bozulması gerekmiştir.
Sadece zamanaşımını kesmek amacıyla takdire sevk zamanaşımını keser mi?
(Danıştay Dördüncü Dairesinin 23.10.2017 tarih ve E:2013/2485 K:2017/7045 sayılı kararı)
Takdir komisyonu kararlarına istinaden yapılan re’sen tarhiyatlarda zamanaşımı hususunun olup olmadığının tespiti için takdir komisyonuna sevk tarihi, takdir komisyonu kararının vergi dairesine tevdi tarihi, ihbarnamenin tebliğ tarihi ve takdir komisyonunda geçen süreye (takdir komisyonuna sevk tarihi ile takdir komisyonu kararının vergi dairesine tevdi tarihi arasındaki süre) bakılarak karar verilmelidir.
Takdir komisyonu kararına göre yapılan tarhiyatlarla ilgili uyuşmazlıklarda, zamanaşımı ile ilgili hususların çözümünde öncelikle takdir komisyonuna sevk edilmekle zamanaşımının durduğunun kabulü gereklidir. Takdir sebeplerinin varlığı ile ilgili hususlar da ayrıca değerlendirme konusunu oluşturur. Bu nedenle, takdire sevk nedeninin olmadığının tespiti halinde, zamanaşımına geçmeden sadece bu gerekçe ile idari işlem iptal edilmelidir. Dolayısıyla, takdire sevk tarihine bakılarak sadece zamanaşımını kesmek amacıyla takdire sevk edildiği sonucuna varılarak ya da takdir sebeplerinin bulunmaması halinde takdire sevk işlemlerinin zamanaşımını durdurmayacağının kabulünde hukuka uyarlık bulunmamaktadır. Zira, takdir sebeplerinin varlığı halinde; zamanaşımı süresi dolmadan her zaman takdire sevk işlemi yapılabilir. Mevcut vergi incelemeleri tamamlanmadan da takdire sevk işleminin bu çerçevede yapılabileceği ve tamamlanan inceleme sonucunda elde edilen bilgi ve donelerin takdir komisyonunca da değerlendirilebileceği tabiidir.
Olayda 2006 dönemine ilişkin olarak 31.12.2011 tarihinde dolan tarh zamanaşımı süresinin, dolmasından önce 14.12.2011 tarihinde sevk işleminin, Vergi Usul Kanunu’nun 114. maddesi uyarınca işlemeye devam eden tarh zamanaşımı süresini durduracağından, Vergi Mahkemesince takdir komisyonu kararının vergi dairesine geldiği tarih ve bu tarihe göre uyuşmazlıkta tarh zamanaşımı bulunup bulunmadığının incelenmesi gerekirken, salt zamanaşımı süresini durdurmak amacıyla takdire sevk işlemi yapıldığından bahisle uyuşmazlıkkonusu vergi ve cezaların zamanaşımına uğradığı yolundaki vergi mahkemesi kararında hukuka uyarlık bulunmamaktadır. https://www.pwc.com.tr
Yukarıda özetlenen kararlar ile diğer çok sayıda kararın tam metni, Danıştay Dergisinin 147. sayısında yer almaktadır.